22 Aralık 2012 Cumartesi

SARI SAÇLI ŞEHİR



Ölü beyaz bir güvercinden ziyade
Topuklarıma sızıyor kırmızı
Adımlarımdan korkan bir şehrin
Meydanlarına asıyorum kederlerimi
Çivi çiviyi söker madem

Acına, acılarımı söktürüyorum bileklerimde
Sen utanmıyorsun kaldırım taşlarından
İhtimal dâhilinde olan tüm manzaralardan
“Aşıyorum” kendimi, otogarlar tanıyor beni
Topuklarım acıyor, ağlıyorum.

Sen bu şehrin sol yanağından masum
Bir buse olabilirdin belki de
Belki de saçlarım olurdun
Tüm eksik yanlarıma rağmen
Ne adamlığımdan bir şey kaybederdim
Ne de, nefes boşluğu…

Sen karşıma çıksaydın eğer
Ben bu şehrin sarı saçlarından tutup
Çekerdim yalnızlığı
Kızardı bana, sonra gülerdik hep beraber

Sen bu şehrin turuncu güneşine aldanıyorsun işte
İnkâr etme
Ben bir sokak köpeğinin umudu
Kabul…

Tüm eksik yanlarıma rağmen
Çekemezsin sarı saçlarımı
Elinde olmaz
Gitmek…
Gidersin…
Artık umurumda olmaz…


Ali Özmen.



(Batuhan abiye ve yaşadıklarına ithafen)

"SENİ SEVİYORUMKEN"



Ruhum kaç numaralı odasında yüreğinin?
Geliyorum.
Kapındaki gülümsemeyi çalıyorlar
Çeviriyorsun kolu ki kırıklarıma
Ben dönmüş oluyorum
Ölmüş olanlar korkak bir mektubun
Bacaklarında titriyor.

Bir fransızın aksanına düşüyorum
Tüm normal yanlarımla
Karşımdaki kadın aşık oluyor bana
Bir çocuk aksanıma gülüyor
Ben neyim ki?

Gülümsememi bozanların
Maskelerine düşürüyorum duruşumu
Ölüme yakıştığım her an
Bana inanan, yürekler ordusu
Komutan benim ki tanımıyorlar
İfadelere takılmam ben
Seni seviyorumken acı çektiğim de olmuştur.

Ali Özmen

ELLERİNE



Güneş perdeden kurtulup
Ayrılık kadar büyük bir coğrafyayı
Aksettiriyor çehreme,
Yanımda bir kedi kadar masum uyuyor
Yalnızlık, hayırsız ve umarsız

Çakmağım yanmıyor yeni fark ettim
Oysa hiç bu duruma düşmezdim
Şu anda neyin kafasını yaşıyorsan orada bırak
Çünkü ben en ayık halimle uyuyamıyorum sana
Acın bile nefesime büklüm büklüm
Ayrılığın bile değerli
Ben seni ne zaman düşünsem
Sonunda muhakkak ezan okunuyor

Görünen o ki ikimiz de terk edildik
Hala “ağlamıyorum”larınlaysan
Atmosfer basıncımı arttırıyor
Bu durum, ağlıyorum
Neden bilmiyorum ama
Sanırım bu kelimeleri
Hiçbir zaman tamamlayamayacağım

Olanca hasretimle söylüyorum
Sen halden anlardın oysa
Eğer gitmek buysa, sana ait
Ben hala aynı memleketin göğsündeyim
Eğer gitmek buysa, sana ait
Ben hala aynı yerdeyim.


-Şimdi kaldır ellerini de bir daha bakayım…

Ali Özmen.

EYVEDA



Zemheri bakışlarında daha hızlı atan kalbimin bir parçasını alıp gitmenden sonra sonu gelen hurafelerin yazıldığı bir not olarak yere düşüyordu gözlerimin önüne;

“Elveda”


-Çok

Bu medcezir ömrümün kıyısından atlayacak çocuklara çok. Ve yokluğuna rağmen bir şükür beliriyor dudaklarımda. Yokluğuna denk düşecek kadar uzatmadım hiç birini. Ve içlerinden sadece birine anlattım sana olan hislerimi. Şimdi susuyorum;

en az bir Çanakkale gibi…



Ali Özmen.

Parizyen Dudaklar




Gökyüzü, inançları sığdırmak için çok dar
Yeryüzü intihar dolu ve soluk
En sadık kötü gün dostudur yalnızlık
Kelimelere değil belki ama anlamlara yazık

Ben bir karşılığım
Yanaklarıma düşerken ayetler
Hiç doğmayacak bir peygamber
Islanır, yeryüzüne düşerken

Sorumlusu sen olursun kapanmasının
Gidiyorken, şehrin tüm sokak lambalarının
Şimdi herkes gibi ölmek vaktidir*
Ayrılmamak için senden
Ne vakit senden ayrı düşünsem
Cennet olur, cehennem

Bir sigarayla yarışmak
Hayatıma ne kazandırır bilemem
Ama çaresizim, korkuyorum geceden
Canıma tak ettim, yüklendiğim sıfatlar
İnsan olmaktan öteye geçemedim belki
Ben yine dayanamayıp canımı sana hediye etmek istedim
Köşesine iliştirip ruhumu

Belki yüz bulurum bu gece
Tüm kelimeleri yakarım gizlice dudaklarımda
Sessizliğe aldırmayıp
Ayrılığın parizyen dudaklarına iliştiririm son busemi
Utanmam vallahi

Nefesine, nefsimi adarım
Bu geceler Allahsız
Ne olur bitmeden bu sessizlik,
Bu sigara da bitmesin
Sonra karanlık çok kararsız

İçine girmek, utanmadan
Bir gecenin, son sigarayı söndürmeye benzer
Bu kelimeler de biter elbet
Bak işte oradayız…


Ne önemi var senden önce herhangi dört harfin?
Şimdi ruhumun tahliyesine hazırlanıyorum
Yazmak, bir ayet kadar olamasa da yazmak
Onun sevdiği kadar varmış
Ama benim seni sevdiğim kadar yazmak
Biraz anlamsızlaştırıyor sonsuzluğa sevgimi

İyi geceler sevgilim,
Ben yine utanmadan sana bir şiir yazdım.
Çok sevdiğim bir dostum gibi
Belki sen de yakarsın…

Ali Özmen.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Sonradan



Bir başkasını katlettiğim kurallarım vardı benim
Adına yaraşır, çocukça sevdiğim
Bir kadına burktuğum yüreğim
Şimdi nasıl olsa herkese aynı mesafedeyim
Uykumu feda etmiştim bir gün
Bir gün kendimi de edeceğimden korkmadan
Üstelik bu mesafeden iyi görebiliyordum

Saçlarının kırık uçlarına anlamlar yüklediğim
Utanmadan aynı sigarayı içtiğim kadına
Söyleyemediğim o kadar çok şey vardı ki
Bir başkasına verdiğim şansları ondan esirgediğime
Çocukluğum mu yoksa sevgimin saflığı mı neden oldu?

Ne kadar temiz kalabilmişti ki ellerim, dudaklarım?
Üzerine hayaller kurduğum bir kadının üzerine
Yeminler ediyordum, bir gün
Gitmekle mükellef olduğum tüm kadınların toplamıydı
Elleri ve elimde hala onu tanıdığım ilk gün
Ona söyleyemediğim küçük bir yara iziydi, hasreti
Hiç geçmedi ve inanmazsınız, değişmedi ellerim

Bir başkasına armağan ettiğim hediyelerim vardı benim
Ona hiç olmadı,
Oysa ömrümdeki ilk gözyaşlarını bana o hediye etmişti
Yastığımın üzerine, kedileri onunla sevmiştim
Ve ne güzel reddediyordu bana yazdığı her şeyi,
Bunu elleriyle söylüyordu kalemime
Ve bu şiirden bozma, derme çatma kelimeleri
Ona yazdığımı asla bilemeyecekti!

Yeminler ederim tarihler karışıyor göğsüme
Doğduğu günü unutmadım bir tek
Gittim sarhoş oldum, bir kitap buldum içimde
Çıkardım sana yazdım, beynim işlevinden çok
Seni işliyordu anılarıma, üstelik bar ortamlarından
Ve o bahsettiğin bardaklardan korkar hale gelmiştim
Bilmiyordun halimi, sen mutsuzluğuna kızıp
Mutlu sanıyordun belki de sensizliğimi
İnan bana bilmiyordun
Bana şiirler yazmasan düşecektim o günlerde
Bir bahanem olacaktı elbet
Sen olmayacaktın, olduğuma inandığım şey olacaktım


Seninle yola çıkmak arasında bir bağ vardı
Çözemedim hiç, gidiyorken bile içimde seni götürmek
Kendimi sende bırakmakla aynı şeydi belki
Nereye gitsem seni götürüyorum ya hani
Söylemiştin, adımı hiç unutamayacaksın diye
Neden bu kadar sevdim seni?
Kendine olan bu güvenin miydi her şeyi değiştiren?
Benden daha iyi şiir yazmandan korktum hep
Kim isterdi ki sahip olmak istediği yüreğin
Kâğıda çizdiği bir bıçak tarafından öldürülmeyi?

Ali Özmen.

16 Aralık 2012 Pazar

Mr. Nobody ve Evrensel Mektubu


-Bay Hiçkimse ve Evrensel Mektubu-



İnsanlık olarak nasıl bu hale geldik, bilmiyorum. Şu koşuşturmaca şu insanların birbirini geçme mücadelesi hiç dinmeyen “daha fazla” açlığı… Sanırım Ajan Smith’in de dediği gibi bizler “memeli değiliz.” Ve bunun ilacını hala bulabilen başka bir canlı ırkı yok. Zamansız bir tarihten amansız hiçliklerin ortasından ve aklımdan hala gitmeyen kafiyelerin bıraktığı, o iğrenç hisse kafa tutarak yazıyorum;

  Şu anda kararan bir gökyüzünden başka hiçbir şeyim yok. Odamda hala, yerlerini karıştırdığım melodramlar, insanlar, şarap şişeleri ve duygular var. Kendi kişisel “Evrensel” mektubumu yazıyorum. Adı bile saçma. Tüm ucuzluğu ile “kabul edilmedi”, “teslim alınmadı” ve ”adres sahibi taşınmış” ibarelerini aynı anda taşıyan, bakmadığın her yeri saran bu mektubu, uyuşan sol kolum, dinmeyen saatlerin sığlıkları arasında intiharımdan önce ucuz bir efsane yaratarak, ceketimin sağ cebine bırakacağım. Sanırım uzun cümleler bu mektubun en saçma yanı. Kayboldum. Doğduğum şehir, büyüdüğüm ev ve öldüğüm odanın içinde kaybolmayı başardım. Babam şu an bir yerlerden bunu okuyor olsa, “bunu ancak sen başarırdın” derdi. Sanırım bunu başardım. Mektubuma “sevgili kendim;” diye başlasam daha az tedirgin olabilirdim.

(Kısa saçlı geceden elimde kalan yalnızca o sesler)

 Lütfen biraz sessiz olun, ölmeden önce yarattığım “konu bütünsüzlüğü” ile hiçbir alakası yok bunun. Bir elimde, elimde? Elimde hiçbir şey yokmuş. Sanırım bu bahsettikleri şey. Tükürükten mürekkep, parmaktan kalem ve gökyüzünden kâğıt mı olur demeyin. Bu bahsettiklerinden çok daha fazlası belki de. Ama tuhaf olan bahsettikleri başka hiçbir şeyle henüz karşılaşmamış olmam. Bu kadar büyük bir boşluk hangimize yeter? Evet, yanlış söylemedim. Bu sonsuz boşluk hangimize yeter? Diye sordum. Hepimiz o anlamını bilmediğimiz, öğrenmediğimiz sadece uyduğumuz kurallar ve kendi eksenimiz etrafında önem verdiğimiz insanlarla sınırlı kalmış varlıklarız. Buna alışabilir miyiz? Hiçlik. Yokluk. Merhaba Mr. Nobody. Merhaba sonsuz boşluk... Bunu hak etmedik. En iğrenç olanımız bile. Çünkü inanın bana bu çok iğrenç.

(Şu Jimi, Kudüs’ün yıllar önceki halini bilse ondan da yıllar önce Peace in Missisipi der miydi?)

(Ne alaka?)

 Sevgili kendim;
Yaşadığını hissettiğin yıldan kimseye bahsetme. Umarım bunu başarırsın. Seni görmemeleri doğal buna aldırma. Belki yaşamak, hepimizin kişisel kıyametidir. Sevgi her şeydir ve bir parça şiir hala yerindeyse unutamadın demektir. Bunu siktir et. Uyanmadan önce unuttuğun rüyalardadır belki senin cevabın. Belki de gidemediğindedir. Göremediğindesindir. Tuhaf oldu biliyorum ama o olabilirsin. Neden oturup konuşmuyoruz? Kazım Büfe’den muzlu süt? Papağan’da çibörek? Meydanda yoyga çorbası? Bafra Pidesi? Boyoz? Hatırlar mısın? Karnın acıktığında acaba karnı tok mu diye düşündüğün insanlar vardı. Evet, sen böyle bir adamdın. Şimdi sana ne oldu?

 Baştan alıyoruz. Her şey olduğunu sandığımız şeyden ibaretti. Belki hiç kimse hak ettiği yerde değildi. Savaşlar. Soykırımlar. Şerefli hak ve halk mücadelelerinin bile şerefsizliğe imrendiği o yıllar. Ölümüne sessiz kalınan insanlar. Büyük uçurumlar. Sen bu büyük kıyamete aldırmadan, odanda oturmuş, binyıllar önce bir topluluğun insanlara işaret etmiş oldukları tarih hakkında düşünüyordun. Buraya kadar her şey normal. Normal mi? Devam edelim. Onu düşünüyordun. Hangisini? İşte sen busun. Ne demek hangisini? Bu mektuba konuşma şeklinde devam edebiliriz ki bu ilk ve en saçma mektup olur. Tamam, unutalım bunu, sen devam et. Bağımlılıkların vardı! Orada dur bakalım yoktu. Ben hiçbir sicili olmayan ve hiçbir madde kullanmayan başarılı bir bankacıydım. Öyle mi seni orospu çocuğu? Hiç sanmıyorum. Çünkü olaylar öyle gelişmedi.

(Büyüdün bebeğim, dediğim kadına kaç saat kaldı?)


 Sen iyi ki Tanrı’yla beraber çalışmıyorsun. Onun adı Tanrı değil geri zekâlı. Onun adı; Allah. Çok özür dilerim Mr. Nobody… Bana şunu söylemeyi de kes. Benim adım. Benim adım… Senin adın ne? Bunu boş ver az önce ne diyordum. Tanrı seninle beraber çalışsaydı, emin ol seninle beraber çalışmak istemezdi. Çünkü sen hiçbir sicili olmayan hiçbir madde kullanmamış sıradan bir insansın. Onun adının Allah olduğunu iddia ediyorsun. Peki, onun söylediği her şeyi adının bildiğin kadar biliyor musun? Uyguluyor musun? Öyle bakma. Sonra da kalkmış onun adı Allah diyorsun. Sen gerçekten ucuz bir piçsin. Madem onun adını öğrendin neden hep daha iyi telefonun daha iyi araban daha iyi evin daha iyi bir eşin olsun diye uğraştın? Ben Tanrı dediğimde kızıyorsun. Belki de ben seninle aynı inancı paylaşmıyorum. Senin inancın sana benim inancım bana. Ne demek bu senle ben aynı kişiyiz. Bu iğrenç sözleri nereden çıkarıyorsun. Peki, madem aynı kişiyiz neden bunları düşünebiliyorum? Ben düşünebiliyorsam, sende düşünebiliyorsundur. Bak hiç Fight Clup’u hatırlamaya çalışma sana en başta söylüyorum bunu ama bir sorun var. Benim zihnimin derinliklerinde yatan saçma şeyler, senin içine düştüğün bu boşlukla mı alakalı yoksa daha önce hiç düşünmemiş olmanla mı? Allah’ın adını bir daha o iğrenç ağzına sakın alma bunları söz düşüneceğim. Sen de bir mektubun içinde düz yazı halinde, kendi başına yaptığın bu iki kişilik konuşmadan kimseye bahsetme…

(Beni aradığı saatler ikimiz ve herkes için hep geçti)


Odamdaki bu koku, telefonumun çalması, kulağımın çınlaması, kapımdaki sesler, perdenin ardındaki gölge hepimiz oturmuş çay içiyorduk. Birden elektrik kesildi… Tabi bu bizi hiç etkilemedi. Çünkü karanlıkta olduğumuzu söylemiştim beni iyi dinlemiyor musunuz? Sizi hiçbir şeye aldırış etmeyen soğan cücükleri! Kapa çeneni böyle başlamıyordu. Asıl sen kapa çeneni Allahsız piç. Şimdi orada otur ve sessiz dur. Bu mektubu yazdığım sürece de konuşma.

( Ot?)

 Eğer bu yazdığım mektubu okuyan birileri varsa lütfen Dünya denilen çöplüğü ve hala gelmeyen kıyameti kurtarın.

Adres; Güneş sistemi, Venüs arkası Dünya (Mavi gezegen)

Şimdi size Dünyamız hakkında biraz bilgi vereceğim;

Bu Dünya’da insanlar yalnızca bana çalışır. Ben onların kralıyım. Bu yüzden geldiğinizde ilk beni bulun. Erişmiş olduğunuzu düşündüğüm teknoloji sayesinde kâğıtta bıraktığım parmak izlerinden beni tanıyacaksınız. Size bütün bilgileri vereceğim. Bana yardım ederseniz kendinize kardeş bir ırk kazanacaksınız. Hatta daha fazlasını. Dünya üç oda pardon üç tarafı denizlerle kaplı yok öyle de değildi. Üçte ikisi sularla kaplı bir gezendir. Isıtma sistemi yani Atmosferi 7 katlıdır. Hala yeterince doğal kaynak mevcut olup Güneş’e 2 gezegen uzaklıktadır. Güneş sisteminin en güzide yerinde ay manzaralı bir geoiti kim istemez? Hem de hemen ulaşırsanız size az ayak basılmış Ay’ı da ücretsiz veriyoruz. Ücreti bana ödeyeceksiniz.

Teşekkürler.

 (Biraz ticari zekâ ve ciddiye almadığınız halde korktuğunuzu biliyorum.)

(Gözkırptım)


Neden ne olup bittiğini muştama sormuyorum ki? Ama onu Ankara Tren Garı’nda benden almışlardı. Hızlı trene binmeden önce çantamın, içinden geçtiği x-ray cihazı tepki verdiğinde güvenlik görevlisi yıllardır bu ana hazırlanmış gibi bağıra bağıra muşta kimin? Dediğinde –ananın amının. Dedim içimden. O sırada yanıma gelen polislerin bana takındığı tavırdan bahsetmeyeceğim bile. Gayet rahat ve sakin bir biçimde durumumu anlattım. Benim için taşıdığı özel anlamını bile dalga geçercesine söyledim. İkna oldular. Her şey tamamdı. O geri zekâlı güvenlik görevlisi tüm ikna olmuş haline rağmen bunu taşıma ruhsatın var mı diye sordu. Muştanın taşıma ruhsatı? Çok güzel. Şahitlerim de var; o muştayı o soru karşılığında o güvenlik görevlisine hediye ettim. Çantamı alıp trene binerken bağıra bağıra onun taşıma ruhsatı var mı? Dedim. Böyle mi olmuştu? İlker bilir.

(Bisiklet yolcuğu sırasında başka yerlere de uğrayalım?)

 İlker’e sorduğun sorunun ilk cevabı yolculuktur. Çünkü beraber yolculuk etmekten en keyif aldığım insandır kendisi. Eskişehir’i kişisel fethim sırasında yanımdaydı. Ya da İlker’in Eskişehir’i kişisel fethi sırasında ben yanındaydım bilemiyorum. Tek hatırladığım Akbank’ın şehrin konumundaki yeri. Çünkü her yeri o şekilde bulabildim. Biraz da İlker tabi. İki kişilik 9 numaralı oda ve otel sahibi Osman amca. Her şeyden önemlisi Osman amcanın Amerikan filmlerini seslendiren insanlardan daha güzel Dostum! Diyebilmesi. Aslında Dostuğm tarzı bir şeydi bu. Bugüne kadar gördüğüm en iyi muhabbet eden otel sahibiydi kendisi.

(Sevdiğin bir kız vardı hatırladın mı?)

 Şehrin elektrik tellerini gitar gibi çalan kızıl saçlı adamdan nefret ediyorum. Nefret ediyorum ve bu saatlere çok yakışıyor. Turgut Uyar gibi bir ip cambazına aklımın içinde çok ihtiyacım var. Çünkü o elektrik tellerine konan kuşlar var. O kuşlardan biri belki onun yüreğini taşıyordur. Korkutma. Hiç kimseyi. Kendini kaybettiğini anlıyorum bunu biz de yaşamıştık. Ama her şey 21 Aralık günü Şirince Köyü’nde başlamıştı unuttun mu?

(Bu o kadar da saçma değil emin olun.)
  Hadi ama dostum beni Amerikan filmlerindeki gibi konuşturma senin o lanet kıçının canı cehenneme! Neyse sorun şu ki ben kaybolmuş olabilirim bazı şeyleri hatırlamıyor olabilirim ancak o gün kıyamet kopmadığını biliyorum. Yetti artık sohbete gel;

B- Merhaba Bay Hiçkimse. Hangi yıldayız? Bugün günlerden ne?
A-Bak inan bunları bilmiyorum ama o gün kıyamet kopmadı. Arkadaşlarla sabaha kadar dut şarabı içtik. En son bir izdiham yaşanıyordu. Ama göktaşı ya da söyledikleri gibi sel falan yoktu ortalarda. Şeyimi çıkarıp o ağaç dibine işediğim sırada film koptu bende. Hatta ben insanlarla buna inandıkları için dalga geçmek ve bu anları kameraya almak üzere orada bulunuyordum.
B-Ne güzel Braveheart. Neden aralarda İngilizce konuştuğumu sormadın? Sen Türkçe cümlelerin arasına İngilizce sözcüklerin girmesinden iğrenirdin. Ne oldu?
A-Merak etmiyorum.
B-Tabi etmezsin. Saçma sapan da olsa insanların inandığı şeylerle dalga geçtin. Soran insanlara İngilizcemi ilerletmek için oraya gidiyorum dedin. Orada bulunanların yarısından fazlası turistti.
A-İnsan mı öldürdüm? Birinin kafasında şişe mi kırdım? Nedir bu neler oluyor anlayamıyorum.
B-Sen kendi kıyametini yarattın genç adam. İnanmadığın, inananlarla dalga geçtiğin bu kıyameti sen yarattın. Mutlu musun?
A-Burası hiçbir yer. Sonsuz bir boşluk. Burasından nefret ediyorum.
B-Kıyametine hoş geldin. En zoru da nedir bilir misin? İçindeki bu saçma anlamsız belki de sana bile ait olmayan bu ses. Bu boşlukta ondan başka arkadaşın yok.
A-Ne demek sana bile ait olmayan. Kendi iç sesimle konuşuyorum sanıyordum.
B-Kindi iç sisimle kinişiyirim siniyirdim. Tişikkirler sipirmin.
A-Sen ne diyorsun lan kiminle konuştuğunu sanıyorsun.
B-Ah küçüklüğünden habersiz büyük dostum. Seni yalnız bırakıyorum. Cevapsız kal ve sessizliğin ortasında bana yalvardığında belki geri dönerim.

(Buradan sonrasını katırlarla devam edeceğiz.)

 Ölüm olmasa ne yapardık? En büyük cevapları öldüğümüzde bulacağımızı düşünüyorum. Bu arada ben iç ses. Ve bu arada bu uzun yazıyı yazan her kimse bölümlere ayıramadı ya harbiden helal olsun. Geri zekâlı. Mesele şu; Yaratıcı, Dünya’da yaşadığımız süreyi bizim boyutlarımız arasında düşündüğümüzde, en önemsiz zaman dilimi olarak görüyorsa? Daha doğrusu biz işin ciddiyetini anlayamıyorsak? Size din dersi verecek değilim henüz asıl soruyla karşılaşmadınız. Her şeyimiz dediğimiz bütün değerlerimizin içine katıldığı yaşam yalnızca bir sorunun cevabını bulmamız için Yaratıcı tarafından tasarlandıysa? Öğretmeniniz tarafından size sorulan bir sorunun cevabını öğretmenizin dolabından çalmak isteseniz ve yakalanmanız garanti olsa o cevabı çalar mıydınız? Yakalandığınız takdirde o öğretmen size ceza vermez miydi? Evet, işte mesele bu; intihar... İntihar belki de verdiğim bu örnek yüzünden tüm dinler için yasak. Bilemiyorum. Mr. Nobody’nin gerzek fikirlerine başvuracağım ama kendimi biraz ağırdan satacağım. Ülkeyi satanlara alıştık ama bu adam, bildiğin Dünya’yı satmaya kalktı.

(Cevabı bilmiyorum, bilmek isteyen intihar edebilir. Tabi öğretmenden korkmuyorsanız)

 Şey. Orada mısın? Ben Mr. Nobody. Tamam, eşeklik ettim özür dilerim. Ne olur affet. Çok yalnızım. Sesimi duyan var mı? Yorulmuyorum. Susamıyorum. Sıkılıyorum. Bu iğrenç ve dayanılmaz bir durum. Sesimi duyan var mı? Orada kimse var mı? Ses. Neredesin. Ne olur çık. Ses?

(Devam Edecek)

Ali Özmen.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Sığ Adamın Şişman Şiiri



Soğuk bir geceye ekledim ellerimi
Bir bütüne dokunamayan
Binlerce deklanşör gibi
Bu gece ben büyüyemedim
Biraz da kaybettim
Aslında biraz değil
Çok kaybettim
Üstelik bunu geceye sakladım
Âşık olmayı beklediğim gibi
Sevişmekten usandığımı
Düşlediğim zirvelere
Aşağı inerken düştüğüm o tepeye
Kahkahaların ve kadınlığın
Hüznüme aldırmadan
Yollara ve gözlerime
Bir çocuğa,
Mantıklı cümleler kurabileceğim
Baba olma bilincine
Yalnız kalmaya ve sindirebileceğim
Her yere, geç kalmıştım
Üstelik bunu, karamsar bir ifadenin
Çıkmaz bir sokağında
Ellerinde senin adının yazılı olduğu
Onlarca adamın, beni sıkıştırdığı o an
Farketmiştim geri dönemeyeceğimi
Sinsice yaklaşmıştın, gece gibi
Her şey de biraz ellerin
Üstüne konuşamayacağım
Islak bir anıdan eğilip
Fısıldadığın an
Dünyadaki bütün dengeleri
Benimle bozar gibi
Üstelik ayıpladılar beni
Sensiz geçen bir yolculuk gibi
İçine sinemediğim bir hayatı
Bedenimde paramparça
Senin uzaklığına gömüyorlardı
İnanmadığın her an seni biraz daha
Öpmek istiyordum
Eskiyip, içimden gitmeni
Geç kalmışlığımı ve yalnızlığımı
Alıp gidecekmişsin gibi
Senden gitmek falan değil
Senin benden gitmeni istiyordum
Utanmasa bağlayacaktın bilincimden
Uyanmasam bir esir olacaktım
Bitmiş bir çakmağın yakamadığı sigara hüznüne
Her şey olduğu gibi kalacaktı belki
Buna inanmayacak ve yollardan bahsedecektik
Annemi özlediğim saatlerden uzak dur!
Ve dur!
Bu sığ şiir bitmeden
Gözlerinin derinliğinden
Beni mahrum etme
Bu gece de gitme…

Ali Özmen.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Saks Mavisi ve Geceden Uzun Saçların



Saks Mavisi ve Geceden Uzun Saçların




Saat her anlamda geç ve sen sadece bilmiyorsun
Düzene karşı geliyorum, kaldırımdan
Kaldırımdan inemiyorum sabaha karşı
Yaklaşık yarım saat önce ağladım, kahve taştı
Ellerine eksiğim Allah’a karşı


İnanmıyorsun, sonra konuşmaya meyilli
Bir usun var yalnızca beni kırıyor
Beni anlamıyor en olmadık yerlerimden
Üstelik geceden uzun saçların var
Öleceğim kalbime yakın bir cisim
Selehaddin ile hangi yemeği yedin?



Annene söylediysen eğer sana sormadı mı?
Benim annem sordu gözlerimdeki son baharı
Özlemeyi de unuttu soğuk sular
Bir saks mavisi kaldı geriye
Geceye yakışsaydı eğer dilerdim
Bir senin bedenine eksiksiz yakışıyordu
Buna emindim, direndim




Bir anda sildim notaları defterimden
Geç kaldığımı babam söyledi
Bir hemşirenin kucağında kumar masası
Ebem beni tanır mı dersin?




Ne kadar çok Allah dedim
Şimdi sen kızarsın belki
Seni hala seviyorsam, Mevlana’dır derdim
Şems ki “Allah” deyip bayıldı




Okumağı seviyorsun ben de seni
Ellerine değmesin başka diri
Gelebilsem bugün yarın gibi
Ellerinden önce saklanırım




Kafiyelerdir kanatır teni
Bir şans verseydin olmazdım deli
Eksikliğine aldırmazdım dedem gibi
Gülüşünü benim bilmeseydim
Gülüşünü evim bilmeseydim




Ali Özmen.

13 Ekim 2012 Cumartesi

-Saat 01.08 Bu İki Anlama Geliyor-



Bir temmuz akşamıydı, bu iki farklı anlama geliyor
Eskişehir’de tramvaydan inip, otogara doğru yürüyordum
Param yetseydi bir Akdeniz şehrine kök salacaktım
Hep o bahsettiğim şekilde sımsıkı sarılacaktım
Benim olmayan yanın kalmayacaktı, senin olacaktım
Eskiden gizlice ağlardım, kimse görmezdi, duymazdı
Gizlim oldun, içimdeki en büyük savaş oldun
Beni duydun, buna sen inanmadın
Unutamamak gururumu, unutmaya çalışmak aşkımızı
Bilmem kaç parçaya bölüyordu
Bir deniz kenarında anlıyordum bunu
Sensiz Kordon’un çimlerinin anlamı yok
Vapura yetişme telaşıma utanıyorum, yanımda sen yokken
Şakirpaşa’dan, Atatürk’e
Belki de Adnan Menderes’ten Şakirpaşa’ya
Yollar kapalı, bulutlar dolu gözlerim gibi
Boynun aklıma geliyor
Cemal Süreya dolaşıyor damarlarımda utanmadan
Laleli’den el ele o tramvayı kaçırıp gülüyoruz
Hangi dünyaya gidemediğimizi düşünüyoruz yan yana
Yan yana Dünya oluyoruz
Ellerini ısıtmak için ellerim, üşümemeyi öğreniyor
Onlara bunu öğretiyorum,
Şehirlerarası yollara aldırış etmiyor sabrımız
Dinlenme tesislerinde, birer çay eşliğinde öpüşüyoruz
Saçların hiç kısalmasın yanımda, nefesim
Nefesin hiç kısalmasın yanımda, saçların
Baban adını bana ait bir harfle tamamlamış
Senin benim olacağımı bilmiyormuş gibi
Utanmadan, seni ağlayacağımı hissetmeden
Üstelik artık gelme dediğin şehirlerden
Tenine yakışan tenimden ve gözlerin sevgilim
Gözlerinden, sözlerime yaklaşan bir şair olma bilincinden
Uyanıyorum, bir sabah kızımız için
Uyanıyorum, kâbusların ortasındaki hülyalardan
Tekrar beni özlediğini ne zaman konuşacağız
“Sevgilim, ne zaman buluşacağız?”

Ali Özmen.

20 Eylül 2012 Perşembe

Sana Yazılan Saatler*



Ben;
Adını taç yapmış bir çiçekten kopardım seni
Üstelik tüm yaprakları tutarsız hüzünlere
Geç saatlere ve herhangi bir aşktan uzak
Soyka kelimesinin anlamını bilmeyenlere adanmış

Senden;
Gidiyor olmanın buğusunu gözlerimden sildim
Kafamın içindeki tüm kadınları sildiğim gibi
Ansızın odamın içinde beliren bir şiir gibi
Çekindim seni üzmekten,
Adını hep baş harfim bildim
Bilmediğim şehirlerin ayazına direndim

Kayboldum;
Mesela bir gün Eskişehir otogarında unutuldum
Çok sevdiğim bir film tarafından
Ankara Gar’ının o puslu havasını Sincan’da anladım

Çok geçti;
Belki mevsimlerdir tahayyülünü eksik kurduğum
Kurmakla meşhur olduğum terk edişleri
Bir tek sende unuttuğum gerçeğini sıyırdım dilimden
Tenim diyemiyorum çok eksildi o gece
Gizlice çıkıp gittiğim şehirlerden utandım
Belki de aynı şeyleri yaşattığım kaç beden vardı?

Gece bile bitmişti;
Adını koyamıyorum artık hiçbir karakterimin
Öncesinde sen üzülme, kıskanma diye
Şimdi ise her saniye aklıma pusu kuran
Gözlerine, bir çift söz
Boğazımdan bilincime, düğümleniyor diye

Penceremin buğusundan;
Bir kış ıslanıyordu, eskiden tıpkı gözlerim
Ben verdiğim sözleri tutmakla,
Terörün kol gezdiği topraklara
Bir umut gibi yeşerdim aynada
Sen yine kalbimin meydanında
Sinsice infilak ettin

Gözlerine yakın;
Herhangi bir kaldırım kadar
Bekledim gelip sökmelerini
Bedenimden seni

Beni bedenimden ayıran;
Sahnenin ortasından atlayacaktım
Düşecek gibi oldum, eğer düşseydim
Bunu bir daha asla yapmayacaktım
Obsesif bir kadının küfür ettiği o an
Bastığı çizgiler kadar
Manik haline gelen kayboluşları
Kuruyan gözyaşları

Sanki sözlerindi;
Saatin bu kadar geç olmasına sebep
Arka sıralarda bekliyordum ben hep
Bir kuyruğun anlamını ikiye bölen
Ardı sıra bir plasebo etkisinin
Hep bekleyeceğim yalanından ziyade
Kalbimin bir odası artık hep senin.


Ali Özmen.

Ben, senden kayboldum
Çok geçti, gece bile bitmişti
Penceremin buğusundan
Gözlerine yakın
Beni bedenimden ayıran
Sanki sözlerindi.

16 Eylül 2012 Pazar

G"ayrılık



Belki bir ömür susacak gibi
Gidiyor olmanın talanını
Geç kaldığı yalanına bağladı
Elleri gibi küçük bir kurdeleye
Adını yazıp parmağıma bağladığım gün
O kadar imkânsızdı ki
Bu saatlerin bir ayrılık acısına daha
Daha da susarsak  
Tahammülü yoktu bileklerimin,
Uyuştuğu için korkulan bir koldan
Daha da vahimi uyuştuğu için korkulmayan
Bir beyin daha tutuldu penceremden
Üstelik kadehler boştu
Belki de her şeyi anlatıyordu
Bir mesaj ve nasıl sığdırabildik?
Koskoca bir yarım kalmışlığı
Utanmadan saatten bahsettik
Utanmadan yağmurlu havalardan
Yalnız ıslanabildiğimizi sandık
Yalnız aldandık
Düşünemiyordum,
Toplumsal kaygılarımı yitirdiğim gün
Küllükte kendi başına sönebilen
İlk sigaraya bakıp “sen de başardın” diyen
Bir adamın masalından zorla çıkarılmış
Belki bir prenses, belki bir kötü adam
Usanmıyorduk yarım kalmışlığımızdan
Uyanmıyordu masalımız
Odama sinen ağlayan bir kitabın adından
Çıkardım seni, çerçeveye ek bir fotoğraf
Buna hiç kimse inanmasın
Ellerimden bahsettiğim gündü
O adamın ellerini bir halata doladığı gün
İntihar edecek oldu, günahtı
Günah işleyecek oldu, koca bir intihar yarattı
Dizlerinden, dizelerine sinen çamuru
Artık hiçbir zaman saklayamayacaktı!

Ali Özmen. 

4 Eylül 2012 Salı

Yarım kalmış



Üçüncü piyesinde anlatmak istiyordu
Herkesten bağımsız bir klişeyi
Tebessümleri öyle taşıyordu ki neşeyi
Dudaklarına bakan umut gibi kırılıyordu

Dışarıdan gelen çay bardağı ve kaşığı
Sesleri sevişiyordu yalnızlığıma
Ben tam da bu saatlerde
Bir adım daha yakışmıştım sana

Bir geminin pupasına pençemi geçirdim
Herhangi bir ayrılık değildi bu
Bundan sonra geceleri
Hep senin yalnızlığınla aldatacaktım

Kelebeğin kanatlarını delmişler!
Orda doğuya yakın bir macuna yapışmış
Örümceğin ağındaki Ortadoğu
Seni sora sora yıkılıyorken
Bağdat çoktan unutulmuş

Adı geçmiyordu artık sokağımdan
Öyle insanlara üzüldüm diye mi?
Bilmem.
Sanırım petrolden bahsetmeyecektim
Çünkü tebessümü, atları tekrar yollara döker
Arabalar petrole bulanır yanar gider
Öyle saf ve temiz bir yeşili eksik dedim
O da gözlerindeydi

Emin değildim yeşil mi?
Yoksa mavi mi?
Çünkü tuhaftı bu mesafeden
Hele ki kalbimdeki gedikle imtihan ederken
Sokaktaki akyuvar sayısı artıyordu sinsice
Sokaklar tenimin içinde!
Kanım sana kaynıyordu
Hele ki yokluğuna
Üstümü örttüm, uyuyacaktım
Gözlerimde bir pitoresk gibi belirdin;
Penceremin sokağa bakan hüznü bile
Yarım kalmış.

Ali Özmen.

26 Ağustos 2012 Pazar

Bir gece yarısı ceketimi giydim!




Bunu bilerek yazmıştım
Paramparça bir kâğıt parçasına
Üstüme gelen ne varsa ortaktır şimdi
Ateşin alımına ve çizilen kadınlara
Daha çok erken diyordu
Kalkıp gitmeseydi, bir harf eksik geceye
Karanlık bayram yeri, keşke hiç bitmeseydi
Ne duraklar gördük, kaybetmenin sanrısından
Çok uzundu sanki
Ciğerlerim bitmeseydi
Kanser olabilmek adına, bu geç saatlerin buğusu
Üstelik ben o masada kaç sigara söndürdüm
Parmak izlerimi kaybetmek adına


Çünkü bu senin eserin
Bilmiyor ki hiç kimse
Bir durak önce inmeseydin
Bu koca dünyada
Bir otobüse sığıyordu tebessümlerimiz


Çünkü bu senin eserin
Temmuz akşamları
Gökyüzünden bir haber bekleyen
Üstelik utanmadan bunu herkese söyleyen
Bir adamın yanmayan çakmağı
Ellerindeydi


Biraz biraz ellerindeydi gecenin sessizliği
Oysa bir çocuğun çığlıkları uyandırabilirdi ikimizi
Sustum, sadece sustum uyuşmuş bir kalemi açarken
Konuşsaydım eğer, gece direnecekti yokluğuna
Sustum öylece


Çünkü bu senin eserin
Artık her şey direnecek
Ve herkes sessiz olacaktı
Kapı aralığının içime düşen ateşine
Sigaramı uzattım
Geceler yanıyordu
Adımlarını atlamadan eksiliyordu
Durdum, tıpkı saat gibi


Mahur bir tınısı vardı
Sonradan gidiyor olmanın
Kimden ya da kimsesizliğimden
Utandım
Hem de öyle utandım ki saatten;


Bir gece yarısı ceketimi giydim
Sanki çıkarsam onu, sabah olacaktı



Ali Özmen.

Biz seninle; sıfırın altında çok*



Unuttuğum bir şiir gibiydi gökyüzü
Gece ses tonuma gizlice yerleşip
Hece eksiltiyordu cümlelerimden
Bu yüzden sıfırın altında çok seviştik

Bir melek gibi ağır ağır işliyordum
Sırası gelen tüm cinayetleri
Sırası gelmeyen kaç ayrılık gördün ki?
Bu yüzden sıfırın altında çok seviş

Elime inen bir kayboluş
Baka baka kararan dünya saçlarında
Sanki sakin bir adamım
Bu yüzden sıfırın altında çok sev

Yağmur eksikti günlerimden
Aynı garın içinde bilmem kaç numara
Gidiyor oluşuma hayret
Biz seninle;
Bu yüzden sıfırın altında çok*

Ali Özmen.



Bir hece bir kelimenin anlamını tamamen değiştirebilir ya da yok edebilir. 
Bir kelime bir cümleyi eksik kılabilir. 
Tamamlanmamış bir cümle ise önceden yazıldığı söylenen hayatımızı her zaman eksik kılabilir.

Mayıs ayına ve tüm paragraflara, tüm eksik hecelerle beraber...

24 Ağustos 2012 Cuma

REGİNDOT GÖĞ



Regindot Göğ adlı şiirimin naçizane seslendirme denemesi.


Mevâli.

12 Ağustos 2012 Pazar

BALANS




Balans adlı şiirimi naçizane seslendirdiğim youtube videosudur.

Mevâli.

7 Ağustos 2012 Salı

Soyka - Telefon Görüşmesi



-TELEFON GÖRÜŞMESİ-

Bitmek üzere olan sigarayı yere attığı anda cebinden bir sigara daha çıkardı. Yaklaşık bir saattir yürümenin yanında artık hiç bir şey hissetmiyor gibiydi, yorgunluğu ve uykusuzluğu hatta vücudunu hissetmiyordu. Tam sigarayı yakacağı sırada, burnundan akan sıvıyı refleks olarak elinin dış kısmıyla sildi. Sigarasını tekrar yakmayı denerken burnuna dolan sıvıyı tekrar hissetti. O an gözü, elinin dış kısmındaki kırmızı sıvıya takıldı. Burnu kanıyordu. Burnu hep kanıyordu artık buna alışmıştı ancak son bir haftadır bu çok sık oluyordu. Cebinden, kurumuş kan lekesinden rengi belli olmayan mendilini çıkardı ve burnunu sildi. Artık eve dönmeliydi. Diğer cebinden telefonunu çıkardı, unutmadığı tek telefon numarasını tuşladı. Karşıdaki telefon çaldığı sırada çıkan o sesi sonsuza kadar devam edecekmiş gibi dinliyordu. Sanki sonsuza kadar devam etse usanmadan dinleyecekti. Bu sırada burnundaki mendili unutmuştu ve sigarasını tekrar yakmak istedi. Sigarasız kaldığı çok zaman olduğunu fakat elindeki sigarayı yakmak için ilk defa bu kadar çaba harcadığını düşündü bir an. Burnundaki mendili çıkardı ve çöpe attı. Sigarasını yaktı, çektiği ilk nefeste ona uçurum olan, uçurumu andıran o sesi duydu. “Alo” diyordu. Burnundan ağzına süzülen kan ve kanın, ona çok şey hatırlatan tadından dolayı bir süre konuşamadı. Yeni kullanmaya başladığı numara yüzünden karşısındaki onu tanıyamazdı. Diliyle dudaklarındaki kanı sıyırıp yere tükürdü ve konuşmaya çalıştı;

A-Destina.
B-Evet benim. Siz kimsiniz?
A-Sana olan nefretimi eksiltmemeye çalışıyorum.
B-Neden bu kadar bekledin piç kurusu?
A-Gururumu tekrar yendim.
B-Senin gururunun amına koyayım. Son aradığında fark etmiştim geç arayacağını ama bu kez çok fazla oldu. Merhaba salak, seni çok özledim.
A-“Merhaba salak”, bu iki kelimeyi özlemişim.
B-Beni özleme zaten.
A-Neden bilmiyorum ama en zor zamanımda, en yalnız kaldığım zamanda seni arıyorum. Sevgilimi arayabilirim. Onlarca dostum var onlarla dertleşebilirim. Yanına gidersem annem de dinler beni ama ben seni arıyorum. Neden?
B-Hala aynısın. Ben de öyleyim. Bana olan nefretin ne zaman geçer? Bir zamanı var mı bekleyebileceğim?
A-Sen beni bekleme.
B-Bazen aklıma geliyorsun sana çok küfrediyorum. Etrafta hiçbir izin yokken bunu nasıl başarıyorsun?
A-Soru cevap yapmaya devam edeceksek telefonla görüşme hakkımı falan kullanmak istiyorum.
B-Esprilerine sokayım Ali, neden bu kadar geç hatırlıyorsun beni? Ben sana hala bir adım uzaktayken sen neden artık ayda yılda bir telefon görüşmesine sığdırıyorsun beni? Senden de özleminden de hatta nefretinden de bıkmayacağım piç kurusu. Seni seviyorum.
A-Belki de sadece egomu tatmin etmek için arıyorum seni.
B-Sen beni özlüyorsun. Hem de kendine bile söyleyemeyeceğin kadar.
A-Özlesem ne değişecek ki bu saatte.
B-Sen istedikten sonra her şey değişir.
A-Neden hep geç saatlerde konuşuyoruz? Erotik bir muhabbetimiz de yok gece yarısından önce çok nadir konuşmuşuzdur.
B-Aradığımda açmamanla alakalı olabilir mi? Aylarca senden tek bir haber almadan beklediğimi biliyor musun?
A-Yeter. Artık soru yok. Ben senden nefret ediyorum.
B-Neden lütfen söyle neden?
A-Bilmiyorum. En son neden nefret etmiştim?
B-Her aradığında başka bir şeyden dolayı benden nefret ettiğini söylüyorsun ve sonra bu gereksiz şeyleri unutuyorsun.
A-O yüzden diyorum ya, tek yapmaya çalıştığım sana olan nefretimi taze tutmak.
B-Yapma Ali, lütfen artık yapma bana bunu.
A-Seni özledim.
B-Sigaraya tekrar mı başladın sen?
A-Nereden anladın?
B-Ben aptal mıyım? Hayvan gibi ciğerlerine çekiyorsun dumanı…

Telefonu kapatıp cebine koydu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Telefonu neden yüzüne kapattı, bilmiyordu. Telefonu kapattıktan sonra onun ne söylediğini hiç düşünmedi. Kan kokusundan nefret ediyordu ve sanki tüm şehir kan kokuyordu.


Ali Özmen. // Soyka //

SEV GİBİ



Biliyordu; anlamazlardı
Oysa bir kış gibi hazırlanmıştı sana
Benim ona anlattığım, içine sinen
Kısa bir ömrün arda kalanını
Bir hamlede eşit parçalara bölüp
Kuşluğa inandı, gökyüzüne bakıp
Ardından hiç beklemediği
Bir yaz yağmurunu karşıladı teni
Üstelik gözleri bunu başarmıştı
Hala nemli durabiliyorken yanakları
Elindeki kalemi yanındaki kadına verip
“Beni ondan kurtar” dedi.
Kadın ağladı,
Daha sonra kadın hep ağladı
Temmuz akşamları
Bir şehri gece yarısı
Topuklarıyla delik deşik eden o kadın
Bir daha bana hiç inanmadı
Ona tebessüm ederken
Geç kalmışlığım buna dayanmadı
...

Ali Özmen
-Görmüyor musun? Seninle ilgilenmiyor. Mutsuz olacağın bir sevdanın peşinden gitme. 
+Sen de söyledin bak, “sevda” dedin. 
-Sen böyle değildin, gözün iyice kör olmuş. Kız seninle ilgilenmiyor bile. 
+Olsun, ben de şiir yazarım. 
-Ne faydası olacak? 
+Şu an yaptığının ne faydası olacak? 
-Ben sadece acı çekme, üzülme istiyorum. 
+Ben de onu gördüğümden beri onun için acı çekmek, üzülmek istiyorum. 
-Peki ya ben? 
+Ne olmuş sana? 
-Beni gördüğünden beri ne hissediyorsun? 
+Sen iyi bir kızsın senin üzülmeni istemem. 
-Ama beni sadece sen üzüyorsun. 
+Anlamadım. 
-Boşver. 


 Ali Özmen.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kaybettiğim Muştam ve Sen

Bir siyah renk darıldı hiç bilmediğim şehirlerin telefon görüşmelerinde Seni özledim diyordu, beni babam bile özlemiyordu bu aralar Bir gece bir otel odasının sessizliğine eğilip yavaşça yağıyordu Tam o sırada sokaktan geçen tüyleri sokağın bakımsızlığına hiç yakışmayan Belki de hiç kimseyi koşturamayan avare bir köpeğin çıkardığı soluk sesi Arkadaşlar gidiyordu, arkadaşlar geliyordu Sanki hiç bitmeyecekti bu Biraz da cinselliği andırıyordu Ne kadar uzun gidip gelirsen, gidip gelirse sevdiklerin Başka çaresi yok gibiydi biraz da adamdık ya hani yakışmıyordu kaybetmek Sonra dehlizler içinde kaybolan anahtarlar Tıpkı ilk aşklar gibi söylenemeyen Gitme diyemeyecek kadar çocuktuk ya hani Birden bire ortaya çıkan kadınlar bizlere adamlığımızı hatırlatan Belki de unutturan gururumuzu Oysa en başta ne güzeldi onu unutmak Unutmanın bile güzel olduğu memleketler bildim ben Sonra hiç unutamadığım evlerin yanından geçtim hep Sizler hediyelerinizi hatta anılarınızı pahalı ve küçük kutulara sığdırmaya çalışırken Ben şehrin meydanlarına sığdıramıyordum, boş sokaklar ve ışığı hala sönmeyen o evin önünden Geçerken hissediyordum Dünya asla geriye dönmüyordu Öyle demişlerdi bize küçükken "Dünya dönüyor aslanım, Dünya dönüyor umudunu kaybetme" Ama nereye dönüyor söylemedi hiç kimse O gözler yine ardına dönüp bir kez olsun bana bakabiliyor mu? Annem geriye dönebiliyor mu? Dünya ne zaman ve nereye dönüyor? Hepsi bir muallak tek gerçek var Dünya geriye dönmüyordu Bir kadın vardı yol boyunca aklımdan çıkmayan Sadece yola çıktığım zaman aklıma boca olunan hisleri Sindiremiyordum belki de Yola çıkmak ve onun arasında büyük bir bağ olmalıydı Oysa bir kez olsun sevişememiştik Yol bitmiyordu, aklım karışacak gibi Yol bitince her şey bitmiş oluyordu Uzak memleketler bildim ben Gözyaşlarına hiç dayanamadığım bir teni, tenimde Yakarken hissettim bunu Çok uzak hayalleri yaşadım hoyratça Bir gün uyanıp kahvaltı masasından düşecek gibi oldum Düşmedim Kahvaltı masasından düşseydim eğer Boşa yaşamış sayardım kendimi Çünkü hiç kahvaltı edemedik seninle Oradan düşseydim gerçekten Birlikte oturamadığımız tüm masalara binaen Apartman ormanlarının arasında kaybedecektim kelimelerimi Bir daha okunmayacak hale gelecekti cümlelerim ki fazla uzak sayılmam Olsun Bilmediğim bir şehrin göğsünde unuttuğum Hiç bilmediğim bir parçamsın sen İstediğin kadar küfret istersen... Ali Özmen.

26 Nisan 2012 Perşembe

Son çalan parçayı biliyordum!


Bir savaşın orta yerinde küçük bir kızın saçlarını kazıyor annesi, babası ağlıyor. Usturanın ucundaki jilet mi şerefsiz yoksa insan mı? Kız neden ağlamıyor ki? O çok mu büyümüş hiç bilmediği insanların gözlerinde, topraklarını bırakın, oturduğu ev çok mu büyük ki okyanuslar aşarak geliyor ona sahip olmaya çalışan insanlar? Bilmiyor. Bir çocuk çikolata yiyemediği için ağlıyor, babası ona “bir gün çikolata yiyebildiğin için ağlayacaksın” diyor. Belki de öyle bir günün hiç gelemeyeceğini bile bile. Çocuk susup anlamaya çalışıyor ama anlayamıyor. “Çikolata yesem niye ağlayayım ki? Hem eskiden daha sessizdi buralar, şimdi neden böyle oldu?” Baba, sanki binlerce soruyu aynı anda duymuş gibi binlerce cevap geçirdi kafasından. Hepsine de verecek bir cevabı vardı üstelik bir süre sustu “geçen sene işten dönerken sana hep çikolata getiriyordum ya işte o çikolataları sadece kendi çocukları yesin istiyorlar.” Dedi. Çocuk kırılgan bir sesle ve tüm heyecanıyla bağırdı “ama bu haksızlık” diye.
Baba elindeki silahı biraz daha kavrayıp “evet bu haksızlık” dedi. Birkaç ailenin saklandığı izbe ve öncesinde bombalandığı için güvenli sayılan ev ayakta zor duruyor gittikçe yaklaşan silah ve bomba sesleri o evin içindeki herkesi daha çok düşündürüyordu. “Sana anlatmayacağımı söyledim bir gün saçlarını neden kazıdığımızı da anlayacaksın.” Dedi baba. Küçük kız bir daha hiç konuşmayacakmış gibi sustu. Yerdeki molozların arasından küçük anteni belli olan pilli bir radyo gördü baba. Hemen onu alıp temizledi ve kızına dönüp “bunu hatırlıyor musun?” Dedi. Küçük kız gülümsedi henüz beş yaşında olmasına rağmen çıkardığı tam ve vurgulu ses tonuyla tüm Dünya’nın pisliğine göğüs gerercesine gülümsedi. “Müzik kutusu” dedi. Baba, dört aylık oğlunu kaybettiğinden iki hafta sonra ilk kez tebessüm etti. Hemen bir radyo frekansı aramaya başladı. Bulduğunda mahalleye giren tank, yeri sarsıyor ve silah sesleri artık saklanacak bir yer kalmadığını anlatıyordu. Baba radyoyu son ses açtı. O izbe evin içindeki tüm anneler içleri kan ağlasa da o an gülümsemeye başladı. Çocuklar da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor onlar da biraz biraz o gülümsemelere, tebessümle karşılık veriyorlardı. Toplam altı yetişkin erkeğin üçünde silah vardı. Hepsi ayağa kalktı. Onlar da gülümsemeye başladı. Küçük kız belki de bir şeyleri hissetmiş olacak ki babasının yanına koşup ona sarıldı. Babası ona sarılırken kulağına neden saçlarımı kestin baba? Dedi.
Baba sanki yaşanabilecek tüm ölüm hallerini aynı anda yaşıyordu. “Sana kötü bir şey yapmalarını istemedim. Eğer ki onlar gelmeseydi ben gidecektim” dedi.  Ama saçlarım çok güzeldi değil mi baba, sen hep öyle söylerdin.” derken evin onlarca girilebilecek açıklığı olmasına karşın tüm umutları yıkarcasına ayakta duran tek kapı, bir askerin tekmesiyle yıkıldı. Oradaki herkes biliyordu kadınlara ve çocuklara ne yapıldığını. Erkeklere yapılan işkenceleri çocuklar hariç herkes duyup anlamıştı. İnsanlardan zorla alınan organları hatta o askerlerin bazılarının çocukların kararan hayatlarını birkaç kez daha kararttığını herkes biliyordu. Ve daha anlatılamayacak kötü şeylerin olduğu bir yerde tek suçlarının yaşamak olduğunu herkes biliyordu. Bunu belki de çocuklar bile anlamıştı.  Kapıdan giren askeri vurduktan sonra ağlamaya başlayan baba, korkudan ve sesten donup kalan küçük kızını annesinin kucağına verdi. Birkaç adım geri çekildi. Çalan radyonun, bazı çocukların yüzünde donup kalan korku ve bundan bir iki dakika önce çehrelerinden hiç düşmeyecekmiş gibi duran tebessümün karıştığı o an, o kahrolası, o insanlığın yüz karası an, baba otomatik tüfeğini kadın ve çocuklara doğrultup ateş etmeye başladı. Yanındaki adamların yapabildiği tek şey izlemek oldu üstelik onlarda babaydı onların da eşleri ve çocukları kurşunların hedefiydi. Ancak o kırılan anda akıllarına gelen tek şey yaşasalardı bizden sonra çok işkence görürler mi? Sorusuydu. Çok azap çeker miydi yaşasa o küçük kız? Hepsi biliyordu evet çok daha kötü şeyler görürlerdi. Ama kimsenin yapabileceği bir şey yoktu belki de. Diğer askerler eve ateş açmaya başlamışlardı. İçeri giren bir el bombasını fark eden diğer bir adam onu alıp dışarıya doğru koşturmaya başladı. Onların tam üstüne atacaktı belki ama elinde patladı. Sağ göğüs kafesi ve sağ kolu artık yoktu. Birkaç saniye sonra da üzerinde taşıdığı kırmızı sıvı yere boca oldu. Canını orada bıraktı. Tank namlusunu eve doğru çevirmeye başladığı an içerideki herkes o sesi duyabiliyordu. Tüm kurşunları bitene dek çatışmışlardı. Yerdeki taşlardan başka hiçbir şey yoktu savaşabilecekleri. Radyo hala çalıyordu. Silah seslerinden dolayı duymak çok zordu ama gerçekten duymak istersen duyabiliyordun.  

  Uzaklardan yükselen toz bulutuna bakan küçük çocuk baba orada ne oldu? dedi.  O kadar zor sorulardı ki bunlar her biri beyne sıkılan bir kurşunu andırıyordu. Baba oğluna bakıp “hani senin oynadığın o patlayan oyuncaklar vardı ya neydi onun adı?” dedi. Çocuk “Torpil mi?” diye cevap verdi. Baba kendinden emin bir halde “Evet, işte yaramaz çocuklar oyun oynuyorken yanlışlıkla onları patlattılar.” Dedi. Çocuk heyecan ve şaşkınlıkla hepsini mi patlattılar? Deyiverdi. Baba “hepsini patlattılar” dedi. Çocuk “Ben hiç yaramazlık yapmayacağım baba” derken derinlerden o bombanın patladığı yerden dikkatli dinlediğinizde duyabileceğiniz belki de tüm dünyanın duyması gereken, pilli küçük bir radyo çalıyordu. Tüm dünyaya inat tüm savaşlara tüm düşüncelere inat o küçük radyo orada molozların arasında çalıyordu. Ben mi? Orada değildim ama radyoda çalan son parçayı biliyordum.

Ali Özmen.

Amel Mathlouthi-Naci en Palestina - http://www.youtube.com/watch?v=koMXfPf4ulA&feature=colike