Uzak bir
şehir gibiydi ruhum, yokluğundan mıdır bilinmez, ona ulaşmaya çalışan ne kadar da
çok insan vardı. Yalnızca o farklıydı. Bir gün bir fotoğraf yüksekliğinden
bakıyordum geceye ve irkildim. Bir nefes gibi geri çekildim. Sanki gözleri
vardı gidişinin. Baktığım her yerden bana bakıyordu. Gece, sıkılan bir kurşundu
ruhuma ve ben bir adım bile kaçamıyordum. Öylece durdum. Aynada bir adam gördüm
ve ben değildim. Benim aynamda bir başka bir adamın ne işi var?! Bağırdım; “yavşak”
dedim. “Sen kimsin?” Çünkü çok korkmuştum. Bir daha baktım, bir daha ve bir
daha baktım, kimse yoktu. Uyuyamadım. Ben uyuyamadığım kadar uzandım sana,
şiirler kadar kısaldım. Sabah gibiydi seni hatırlamak, sana başlamak. Seni
unutamamak ise biraz ölümdü. Biraz yaşamak. Ama öyle sandığın gibi değil, bir
toplama kampının orta yerindeki bir çocuk, ne kadar güzel yaşayabiliyorsa. Kurumuş
bir çiçeği sıktım avucumda, bıraktım ve rüzgâra karıştı. Utandım daha sonra,
ben ne yapmıştım? Etrafımda bu kadar çok insan varken neden bu kadar yalnızdım?
Duvardaki saate baktım. Sanki saniyeler yavaşlıyordu, sanki baktığım her an bir
saniyelik zaman dilimi içerisinde o çubuğun ilerlemesiyle çıkan “tık” sesi bir
öncekinden daha yavaştı. “Hazırlanın, ruhumun tahliyesine başlıyoruz.” Diye bağırdım.
Bende gülmeye başladım böylece. Saate yeniden baktım, başka bir adam daha! “Olamaz,
olamaz, olamaz!” Sanırım kafayı yiyorum ve sanırım kızaran yüzüme hatta
yükselen ateşime bakılırsa bu hiç de çiğ çiğ olmayacak. Bir piyano sesi
yankılandı odamda. Küfrettim. Çünkü hiç beklemiyordum bu sesi. Telefondan gelen
bir mesaj sesiydi. İnsan beklemediği ses bir piyano sesi bile olsa
küfredebiliyor bunun fazlalığı küçük bir etken. Saçmalamaya da başladığıma göre
sanırım artık uyumalıydım.
Kısaca diyorum
ki;
O kadının
gözlerinden sonra her şey rengini kaybetti. Uykusuzluğum bile önemini kaybetmiş
bir plasebo etkisi.
Ali Özmen.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder